eglencenin yeri
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

eglencenin yeri

eglence severler ailesine hos geldiniz
 
AnasayfaKapıGaleriLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

daghanla roportaj

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek
Yazar Mesaj
Admin
Admin
Admin
Admin
Cinsiyet: Kadın
eglence severlerin yeri®
Yaş : 28
Kayıt tarihi : 03/01/09
Mesaj Sayısı : 1618
Nerden : baku
Lakap : cevriye(yaprak dokumu)
http://aslienver.yetkinforum.net
MesajKonu: daghanla roportaj daghanla roportaj Icon_minitimeC.tesi Ocak 24, 2009 11:58 pm

Dağhan Külegeç kimdir diye klasik bir soruyla başlayalım...

Üç beş kaset daha getirseydiniz keşke yanınızda... Çok zor bir soru. Nereden cevap vereceğini şaşırıyor insan. Aklımda şu olacağım, bu olacağım diye bir şey yoktu. Liseyi bitirdim, sonra üniversiteyi kazanamadım ilk sene. Bütün aile bizim tiyatrocu, gazeteci, efendime söyleyeyim, yazar, karikatürist falan olduğu için “kazanın içine doğmuşum” ben.


Kazanın içine doğdum derken...

Asteriks’teki Obeliks gibi işte, tam içine düşmüşüm kazanın. Oyuncu olacağım diye bir şey yoktu kafamda. Reji asistanlığı yaptım. Sonra baktım ki çok feci durum; acayip bir sömürü var. Üç dört sene çalışıp, “Allah sizi kahretmesin!” dedim, “Garsonluk yaparım, içim rahat olur en azından...”


Neresi kötü? Bizim göremediğimiz o tarafından bahseder misin biraz?

Dizi yine iyi de, televizyon falan çok acayip ortamlar. Yani para olarak, çalışma saati olarak acayip bir sömürü var. Onun için dayanamadım, sinir sistemim çöktü, gece yataktan kalkıp “Evet evet, o kasetler nerede?” diye kabuslardan uyanmalar falan olunca baktım ki yürümüyor. Sonra şansa bir reklamda oynadım, oradan bir dizi oldu, bir baktım oyuncu olmuşum.


S’nek tv’de Over Game diye bir program yapıyordun. Biraz onun hikayesini anlatır mısın?

Biz hep oyuncuyduk zaten; dedem –Altan Erbulak- beni bilgisayarın başına oturturdu, “Bu leveli geçemezsen sana yemek yok” derdi. Sonra play station oynuyorum devamlı. Madem dedim, bildiğim bir şey, değerlendireyim bunu. Zaten orada oyun, adamla iletişime geçebilmem için bir araçtı benim için. Sonra yarım saat “hahaha hihihi” yapıyorduk. Eğlenceli sohbetler yapmaya çalışıyorduk ama gerçekten istediğim sohbetler değildi onlar. İyiydi ama onu bitirdik şimdi. Bir program ya da ürettiğin herhangi bir şey daha ileri gitmiyorsa geri gidiyor. Yerinde durmuyor hiçbir şey. O da kötüye gitmeye başlamıştı, ben de daha kötü olmasın diye bıraktım onu.


Baban Rıza Külegeç kaligraf. Mizah dergilerine gider miydin küçükken? Kendini bildiğinde, nerede çalışıyordu mesela baban?

Benim ilk hatırladığım Gırgır’dı. Babıali’ye gidip gelirdim. Tahta masaları vardı. Oğuz Aral’ı falan gördüğümü hatırlıyorum.


[/b]Nasıl izlenimlerin var, neler hatırlıyorsun o günlerden?

Çok acayipti. Hıbır zamanını hatırlıyorum. Bunların hepsi manyaktı ve ben şu kadar çocuktum. Orada çocuğu olan bir babam vardı, diğer hepsi gençti. Bunlar devamlı top yaparlardı. Hani bantla sararsın da kağıttan top yaparsın ya, deli maç yaparlardı şirketin içinde. Ben de o zamanlardan o deli maçları hatırlıyorum. Langırt oynarlardı sonra. Onlardan çok beslendiğimi düşünüyorum.


Sen hiç meraklanmadın mı çizerliğe?

Yok, ben denemedim. Ama şimdi bu yaşıma geldim, resim kitapları aldım resim çiziyorum yeni yeni. Hiç şu olacağım, bu olacağım diye düşünmedim, kendiliğinden buralara geldim.


Yazı Tura’nın seçmelerine katılmışsın herhalde...

Bin tane cast’a girdim ben. Hani ajanstan çağırıyorlar da “Hadi bize mimik göster” diyorlar ya... Ama gerçekten bir tek Uğur Yücel cast yapıyormuş. Ben bugüne kadar onu gördüm. Bana bir metin verdi, “Bunu anla, öğren, ona göre gel” dedi. Önce yapamadım, sonra tak diye yaptım. Öyle bir gaz verdi ki bana, “Senin içinde var, senden olur” diye. Tamam, dedim, oyunculuk buymuş. O gün anladım, ben hep oyunculuk yapıyormuşum zaten. Hırsız Polis’deki castla hiç alakası yok yalnız bunun. Yazı Tura olmadı, sonra ben bir dizi castına girdim, bir baktım Uğur Yücel de orada. Kendiliğinden gelişti yani. Yoksa o hiç “Dağhan var, onu getirin” falan demedi. Demez de zaten.


Hırsız Polis’teki “Jilet” karakteri nasıl çıktı ortaya? Böyle çizilmiş bir karakter miydi? Sen mi yarattın? Kendinden ne kattın role?

Bu işler hep kendine güven işi... Kendi projem vardı, sağa sola götürüyordum, anlamıyorlardı. Over Game’i birine kabul ettirdim, yapmaya başladım. İlk defa bir işin başında kendim oldum, ilk defa patron konumuna geçtim neredeyse. “Bu böyle olacak, şu şöyle olacak” dediğim zaman oluyordu. Onun bana verdiği güvenle gittiğim ilk casttır Hırsız Polis. Orada hiç düşünmeden takır takır oynadım ve sonra öğrendim ki çok beğenmişler.


Şu cast olayını biraz anlatabilir misin? Gidiyorsun, sana bir rol veriyorlar, sonra ne oluyor?

Rolü ana hatlarıyla anlatıyorlar sana. Bana başka bir çocukla beraber iki sayfa diyalog verdilerdi mesela. Sonra ezberliyorsun, biraz düşünüyorsun üstüne, evde biraz pratik yapıyorsun. Sonra zaten senin içindeki çıkıyor ortaya. Hiçbir şeyin standardı olmadığı gibi, onun da standardı yok ülkemizde.


Dizi nasıl gidiyor?

Dizi güzel gidiyor valla. Birinci olmuşuz yine. Ama bana kalsa en kötü dizinin Hırsız Polis gibi olması lazım. Altı günde çekiliyor dizi; altı günde 70 dakikalık çekim delilik. Çok kısa zamanda çok uzun iş çekiyorsun, çekmen gerekiyor. Kanal senden 70-80 dakika istiyor. E, o zaman 80 dakika olunca bir sürü karakter olması lazım. Televizyondaki işler kısalınca daha iyi olmaya başlayacağını düşünüyorum.


Şu anda vizyonda 56 tane dizi varmış... Bununla ilgili ne düşünüyorsun?

Kimse yaptığı işe aynı özeni göstermiyor. Dizi de çeksen, sinema filmi de çeksen sonuçta onu yapan sensin. Ne kadar düzenli ve doğru yapmaya çalışırsan o kadar iyi oluyor. Dizi deyip geçiyorlar ve ben bunu anlamıyorum. Bir insanın “Ben para kazanmak için dizide oynuyorum” demesi kadar bana ters gelen bir şey olamaz. Yapma o zaman! Yakınarak yapacaksan yapma!


Uğur Yücel’in de öyle açıklamaları var. Diziden kazandığı parayı sinema filmine yatırım olarak kullanacakmış...

Öyle tabi... Kendisi de söylüyor bunu. Ama bundan sıkılmak ya da bundan gocunmak bana ters geliyor. Benim kastettiğim o. Bir iş yapıyorsun madem, en güzelini yap. Uğur Yücel dizide de en güzelini, kralını yapıyor zaten. Tabii, burada mevzu Uğur Yücel değil, bu zihniyet. Seçeneklerin ikiye indirilmesi de çok kötü: Ya gişe filmi yapacaksın, ya sanat filmi! Bu değil yani mevzu. Yapabiliyorsan ikisini birden yap; mevzu odur. Hem Kaktüs’ün müşterisi anlasın -entel bir kafe ya burası, babam da buraya gelir- hem de sokaktan geçen, su taşıyan herif gülsün buna. O zaman ortak bir paydan oluyor işte.


Sanatsal bir film de gişe yapabilir...

Ya sanat filmi, ya gişe filmi yapacaksın diyorlar. Bu ayrımlar çok saçma bence. Bu, ya Saddam’ın yanında olacağız, ya Amerika’nın yanında olacağız, demek gibi bir şey. Kendi tarafında olacaksın! Neyse problem onu göster, çözümünü de arkasından verebiliyorsan ver.Birçok dizi var, yeni polis dizileri falan da var. Hırsız Polis’in şöyle bir farkı var: İyi ve kötü kalın çizgilerle ayrılmıyor birbirinden. Öyle tipler var ki dizilerde, adam sanki kötülük yapmak için gelmiş dünyaya. Sizin dizinin öyle bir farkı var; karakterler daha derin, daha boyutlu...
Hırsız Polis gerçekten alt metni olan tek dizi şu anda. Benim bildiğim bu. Ama biri çıkar da “Bak benim bildiğim bir dizi var” derse de bilmiyorum. Bir kere orijinal bir senaryo. Diğer dizilerde baş roldeki adamlar vardır. Onlar her türlü duyguya girerler. Ama sanki diğerleri androidmiş gibi anlamazlar hiçbir şeyi, sanki daha alt bir varlık gibidirler. Karakterleri yoktur, dekor gibidirler. Bizim diziler ve o polis dizileri falan hepsi “Hababam Sınıfı”dır aslında. Bilinçsiz Hababam imitasyonlarıdır onlar. Yok, Ben Polis Olsam, bir asker dizisi var, o. Biz dünyanın en iyi dizisini yapıyoruz diyelim ki, bizim dışımızda biri gelip “Evet, bu dizi dünyanın en iyi dizisidir” demediği sürece biz istediğimiz kadar en iyisini yapalım, önemli değil. “Bilmiyorum” demiyoruz ya hiç! “Ben bu konuyu bilmiyorum, o bilir, ona güvenmem gerekiyor” demiyoruz asla. Hep ben biliyorum, diyoruz biz.


Orhan Pamuk Nobel’i aldı. Bunla ilgili ne düşünüyorsun?

Orhan Pamuk’un bir tane bile kitabını okumadığım için bu konuda bir şey söyleyemem. Ama kitapların kritiklerini okuduğum zaman adamın ne kadar ince çalıştığını; yabancıların onun hakkında ne düşündüklerini okuyunca da boru olmadığını anlıyorsun adamın. Niye biz şöyle diyemiyoruz onu da bilmiyorum: Kardeşim, sizin dediğiniz bizim umurumuzda değil! Olan oldu, biz duruyoruz işte burada. Dünya meselelerine çok kafa yoruyorum aslında.


Ekşi Sözlük’te bir hikaye var; babanla birlikte yaşadığınız Tünel civarındaki ev, satanistleri anlatan bir filmde set olarak kullanılıyor. Buna uygun dekor hazırlanıyor. Çekim bittiğinde dekoru toparlamaya geliyorlar. Siz “Yok, kalsın, ev böyle güzel oldu” diyorsunuz. Aslı var mıdır?

Evet doğrudur. Çok komik! Dizi çektiler, duvarları boyadılar falan. Tamam kalsın işte dedik. Çok umurumuzda olmayan şeyler bunlar.


Sinemaya dair düşünceler var mı kafanda?

Daha hiç sinema filminde oynamadım. Teklifler geliyor. Birçoğunu ben istemedim, bir iki tanesini de ben çok istedim, ama olmadı. Doğru işi bekliyorum. İlla para kazanmak için sinema filminde oynamak istemiyorum. Kendi hikayelerim var, bir oturup yazsam... Şu an sinema ya da televizyon tek kurtuluşumuz belki de... Bir de halkımızda şöyle bir şey var. Biz dizi diye konuşuyoruz ya; onlar film diyorlar. Sen filmde oynuyorsun, diyorlar; sen dizide oynuyorsun, demiyorlar.


Yerli sinemanın bu sıralar bir gelişim içinde olduğunu düşünüyor musun?

Bir şeyi eleştirirsin mesela; ama eleştirdiğin adam yapmıştır, sen yapmamışsındır. Çok fazla eleştirmiyorum, çünkü cahil cesareti de olsa o adam yapan adam. Düşünmek ve yapmak farklı şeyler. Sen çok düşünürsen bu sefer yapamıyorsun. Ama o adam mesela, hiç düşünmeden şakırt diye yapmaya başlıyor. Yine de benim ona saygım var. Yerden yere de vurabilirim piyasadaki filmlerin yüzde 90’ını. Ne için yaptığı umurumda değil; para için yapıyor, yapmak için yapıyor, mastürbasyon için yapıyor. Ne için yaparsa yapsın. Kıskanıyorum, ben de yapmak istiyorum. Çok düşünüyorum ama bekliyorum, sabrediyorum. Sonsuz sorular silsilesi var kafamda. Bir senaryo yazayım ama niçin yazayım? Kendime göre cevaplarım var, ama en mükemmeli yakalamaya çalışıyorum.


Dizide Jilet’i canlandırırken, konuşmalarda ağzını çarpıtıyorsun ya sen; o senin doğal halin mi, yoksa role uysun diye bulduğun bir jest mi?

Benim doğal halim o. Kendiliğinden olan bir şey. Ama mesela fazla kaçtığı zaman engellemeye çalışıyorum. Geçen sete 70 yaşında bir kadın geldi “O ağzını, mağzını böyle buruşturuyorsun, hiç beğenmiyorum. Bak ben 70 yaşındayım, seni istemem” dedi. Biliyorum biliyorum, rol icabı yapıyorsun, dedi. Yok, ben öyleyim, dedim. Bozuldu biraz kadın.


Tiyatroyla aran nasıl?

Yok izlemiyorum, izleyemiyorum. Sevgilim olmadığı için hiçbir yere gidemiyorum. Böyle bir eziklik var içimde. Sevgilisi olmadığı zaman hiçbir şey yapası gelmiyor insanın.


Oyuncu olarak etkilendiğin ya da örnek aldığın birileri var mı?

Zaten benim yaptığım oyunculuk, şu ana kadar izlediğim adamlardan aldığım bir parça bir şeyle gerçekleşti. Bu ülkede yaşıyorsanız, komedi oynarken Kemal Sunal’dan, Şener Şen’den etkilenmemiş olmanıza imkan yok. Zaten hep senden öncekilerden etkileniyorsun. Ama öyle ekstra birisi yok.
alinti
Admin Kullanıcısının İmzası
Sayfa başına dön Aşağa gitmek

daghanla roportaj

Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var: Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
eglencenin yeri :: eglence :: roportajlar -